15 Eylül 2008 Pazartesi

Suyun yanında onu da tüketin

Sindirimi ve boşaltımı destekleyen bu içeceği su yerine tüketin...

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Uluslararası Tıbbi Klimatoloji Birliği Başkanı Prof. Dr. Zeki Karagülle, Ramazan ayında, özellikle oruç tutanların bol suyun yanı sıra maden suyu tüketmeleri tavsiyesinde bulundu.

Terleme ile özellikle bikarbonat, sülfat, klorit, kalsiyum, magnezyum, florit, demir ve sodyum minerallerinin vücuttan atıldığını anlatan Karagülle, bunun geri kazanımında maden suyunun çok faydalı olduğunu belirtti. Maden suyunun vücudun ihtiyaç duyduğu mineralleri doğal olarak içerdiğine işaret eden Karagülle, normal bir yetişkinin günlük su ihtiyacının 2,5 litre olduğunu ifade etti. Bu miktarın 1 litresinin ise maden suyu olarak alınmasını önerdiklerini anlatan Karagülle, Ramazan ayında ise maden suyun öneminin bir kat daha arttığını söyledi.

MİDE ASİDİNİ BASKILIYOR

Maden suyunun bikarbonat içeriğinin yüksek olması nedeniyle de asit fazlalığı, yanma ve ekşime ile seyreden mide hastalıklarında mide asidi fazlalılığını baskılayıcı özelliği bulunuyor.

CİLDE DE FAYDALI

İçimi ile sağlanan yararların yanı sıra dışarıdan cilde sürüldüğünde de maden suyunun cildi canlandırıcı ve gençleştirici etkisi olduğunu belirten Karagülle, maden suyunun kalp sağlığından güçlü kemik yapısı oluşumuna kadar vücut fonksiyonlarının sağlıklı bir şekilde yerine getirilmesinde sayısız faydaları olduğunu kaydetti.

Büyüme çağında, hamilelikte ve yaşlılıkta artan mineral ihtiyacının (magnezyum, kalsiyum, flor ve sodyum gibi) karşılanmasında faydalı olan maden suyu, içerdiği sülfat, bikarbonat iyonları sayesinde sindirim sistemi ve boşaltım sistemi fonksiyonlarını destekliyor

Sigara içenler brokoli yemeli

ABD'nin köklü üniversitelerinden Johns Hopkins Tıp Fakültesi'nde yapılan araştırmada, çoğunlukla sigaranın sebep olduğu ve her yıl tüm dünyada 100 binlerce insanın ölümüne yol açan Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı'nın (KOAH) hasarının engellenmesinde, brokolide bulunan "sülforapan" maddesinin etkisinin olduğu bulundu.

Brokoli gibi "brassika" türü sebzelerde bulunan bu maddenin, insan akciğer hücrelerinde bulunan ve hücreleri toksinlerin zararlı etkilerinden koruyan "NRF2" geninin faaliyetini arttırdığını tespit eden bilim adamları, sülforapan maddesinin kısa bir süre önce diyabetin sebep olduğu damar hasarlarına karşı da koruyucu bir etkisinin ortaya çıkarıldığını anımsattılar.

NRF2 geninin faaliyetinin arttırılmasının, KOAH'ın gelişimini engelleyecek tedavilerin geliştirilmesinde kullanılabileceğinin altını çizen araştırmacılar, çalışmalarında, sülforapanın, sigara dumanına maruz kalan hücrelerdeki düşük NRF2 seviyesini yükseltebildiğini gördüklerini belirttiler.

Daha önce yapılan araştırmalarda, brokoli gibi brassika türü sebzelerin, kalp krizi ve felç riskinin azaltılmasıyla bağlantıları ortaya çıkarılmıştı

1 numaralı şifalı bitki Türkiye'ye geldi

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) şifalı bitkiler arasında ilk sırada yer verdiği kaktüs çayı Türkiye'ye de geldi.İşte faydaları...


Daha çok çölde yetişen kaktüs, gövdesini içeren nopal, bitkisel besin takviyesi, vitamin ve mineraller bakımından oldukça zengin bir bitki...

Kaktüs çayı sağlıklı yaşamı ilke edinler tarafından en çok tercih edilen bitkisel çaylar listesinde ilk sırada yer alıyor. Kaktüs çayının yapısında bol miktarda vitamin, mineral, doğal lif ve amino asitler bulunuyor. Sindirim sistemini düzenleyen kaktüs çayı, tokluk hissi yaratarak, iştahı kesiyor ve kilo kontrolünü sağlıyor, ayrıca kandaki şeker oranını da düzenliyor. Metabolizmanın işleyişini de düzenleyen kaktüs çayı, Türkiye'de ilk kez gurme kahve markası Robert's Coffee'lerde bulunuyor.

7 Eylül 2008 Pazar

Okul Öncesi Çocuklarda Allah İnancı ve Din Duygusu

Şeref YILMAZ
'Çocuğa; neyi, ne zaman, nasıl ve kimin öğreteceği' sorusu, eskiden beri anne, babaları ve eğitimcileri meşgul etmiştir. Anlatılacak hususlar, imana dair konular olunca, bu soru daha önemli hale gelmektedir. Günümüzde bu konuda çok farklı şeyler söylenmekte, hatta maksadı belli kişiler tarafından, 11-12 yaşına kadar çocuğa asla dinî konularda bir eğitim verilmemesi söylenmekte ve zaman zaman ailelere bu hususta ciddi telkin ve baskılar yapılabilmektedir.

İnsanın hiçbir zaman dinsiz yaşadığı görülmemiştir. Adı ve şekli ne olursa olsun, tarihin her döneminde, muhakkak bir 'din' olmuştur. Maddî ve mânevî unsurları bünyesinde barındıran insanoğlu, bir yandan maddî varlığının devamı için uğraşıp çabalarken, öte yandan kendisine yaratılışta verilen inanma ihtiyacına tatmin edici cevaplar aramaktadır. Bunun, özellikle de sağlam bir 'dinî bilgi' ile yapılması önemlidir. İnsanın çocukluğunda aldığı dinî telkinler, hayatı boyunca kendisinde derin tesirler bırakır. Bunun için bu bilgiler daha çocukken verilmelidir. Ağacın yaşken eğilebileceği unutulmamalıdır.

İmam Gazzâlî; çocuğun kalbini, "bomboş, saf, her şeyi almaya ve yöneltildiği her şeyi yapmaya meyilli" olarak nitelerken, İbn Miskeveyh; bu durumdaki çocuğun kendisine yapılacak bütün telkinleri kabul edeceğini söyler. Çünkü İbn Sina'nın da dediği gibi; çocuk, doğarken beraberinde birçok kabiliyet getirir. Fakat bunların geliştirilmesi gerekir. Yani bu kabiliyetler iyiye, dine yöneltilirse çocuk dindar; kötüye ve dinsizliğe yöneltilirse çocuk dinsiz olacaktır.
 
Bediüzzaman Hazretleri konuyla alâkalı şunu söyler: "Çocuk küçüklüğünde kuvvetli ders-i imanî almazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-i Müslim birisinin İslâmiyet'i kabul etmek derecesinde zor olur."
Çocuk psikolojisiyle ilgili eserlere bakıldığında, çocukluk çağının çeşitli devrelere ayrıldığı görülecektir. Genelde kabul edilen tablo şu şekildedir.

Bebeklik : 0-3 yaş
İlk Çocukluk : 3-6 yaş
Son Çocukluk : 6-l l yaş (kızlar) 6-13 yaş (erkeker)
Çocuğun geleceğine tesir etmesi bakımından ilk iki dönem daha önemlidir.

Bebeklik dönemi

0-3 yaşları arasını içine alan bu dönemde, çocukta herhangi bir dinî duygu ve düşünce belirtisi görülmez. "Çocuk tamamen pasif durumda ve her konuda ebeveynine muhtaçtır. Ancak dünyadan ve çevresinden tamamen izole edilmiş de değildir. Çocuk, ciddi mânâda herhangi bir fizikî ve sosyal aktivitede bulunamasa da, çevresindeki hâdiselere karşı hassastır. Çünkü yapılan araştırmalar, çocuğun, dışarıdan gelecek olan dinî motiflere ve telkinlere karşı 'ruhen' yetenekli ve hazır yaratıldığını göstermiştir.
 
Bunu merhum Elmalılı Hamdi Yazır: "Her ferdin ruhuna bir hak duygusu ve Allah'ı bilme gücü yerleştirilmiştir." şeklinde ifade eder. Alman Psikolog Hollenbach ise: "Çocukta görünmeyen ve henüz izah edilemeyen çok güçlü bir merak duygusu ve kendine yardım edecek, kendini koruyacak 'sonsuz bir kuvvet sahibi' arayışı vardır. Çocuğu dindar yapan onun içindeki bu sonsuzluğa karşı duyduğu merak ve özlemdir. Ancak bu özlem ve merakın, aile tarafından teşvik edilmesi ve yönlendirilmesi gerekir." demektedir.

İlk çocukluk dönemi (Taklit dönemi)

Üç yaşından itibaren çocuk çevresiyle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlar. Eline geçirdiği her şeyle oynamaya ve onları tanımaya çalışır. Çocukta bu dönemde, güven duyma, sevme ve sevilme gibi duygular yoğunluk kazanır. Çocuk bu ihtiyaçları karşılamada, başkasına muhtaç olmadığını göstermek ister.
 
Dolayısıyla çevresindeki eşyalara sahip olmaya, onları kırmaya, yırtmaya, bu şekilde kendini ispatlamaya çalışır. Bu yaşlardaki çocuklar, öncelikle duygularıyla hareket ederler. Duygularına hitap eden şeylere ilgileri daha fazladır. Ayrıca çocuğun zekâsı henüz bütün kavramları anlayacak kapasitede değildir. Karşılaştığı olaylara nasıl bir tepki vereceğini bilemez. Bundan dolayı da bu yaşlardaki çocuklarda 'taklit' ön plâna çıkar.

Bu yaştaki çocuklar, kendilerine ideal bir model edinme ihtiyacı hisseder. Çocuk için ideal model olabilecek kişiler ise, ailesidir. Yapılan araştırmalar, dinî tutum ve davranışların oluşmasında, çocuğun çevresindeki kişilerin (ailenin) tesirinin en belirgin faktör olduğunu göstermiştir. Peygamber Efendimiz (sas); "Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveyni onu, Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.
 
Eğer anne-babası Müslüman ise, çocuk da Müslüman olur." derken, çocukta dinî duygu ve düşüncenin oluşumunda aileye, özellikle de anne-babanın önemine işaret etmiştir. Bu yaşlardaki çocuklar, kendilerine 'ideal model' edindikleri aile fertlerinde gördükleri ibadetleri, dinî motifli her türlü davranışı samimi bir şekilde kabul ederek yapmaya çalışırlar.
 
Kaynağını, "sevileni taklit etme" psikolojisinden alan bu fıtrî meyil, çocuğun dinî hayatının oluşmasında oldukça önemlidir. Bu yüzden çocuk için model olan kişilerin sözlerine ve davranışlarına dikkat etmeleri gerekir. "Çocuklarının dinî duygularını geliştirmek için nasihatte bulunan ebeveynin sözleri; kendi pratik hayatlarına aksetmez ve namaz, hac, oruç, zekât, gibi ibadetlerle derinleştirilmez, söyledikleri güzel sözler, sonradan güzel davranışlarla hayat bulmazsa ve davranışları sözlerinden daha doğru görülmezse, söyledikleri sözlerin tesiri şöyle dursun, bazen aksü'l-amel yapması bile söz konusudur."
 
Peki bu modellerin (ailenin) davranışları nasıl olmalıdır? Sözlerinin çocukları üzerinde tesirli olmasını isteyen anne ve babalar; "öncelikle söylemek istedikleri şeyleri, evvelâ kendileri kemâl-i hassasiyetle yaşamalı, sonra onları çocuklarının yapmasını istemelidirler."

Çocuğa model olma

Çocuğun, çevresindeki kişilerce (modeller) yapılan duaları işitmesi, yapılan ibadet ve dinî davranışları görmesi çok önemlidir. Bu gördükleri ve duydukları şeyler çocuğun şuuraltına yerleşir ve yavaş yavaş çocuk tarafından benimsenir. Meselâ anne babasından birini namaz kılarken gören 3-4 yaşlarındaki çocuk, önce onları gözler, davranışlarını takip eder, sonra da bunları taklit eder. Bunun gibi ezan okunduğunda namaza hazırlanan bir ebeveyni gören çocuk, bir süre sonra ezan okunduğunda, kendini göstermek için, anne ve babasından önce harekete geçerek, 'haydi namaza' der. Evde yapılan sesli dualara ve şükür ifadelerine, çocuk da bir süre sonra eşlik etmeye başlar. Aynı şekilde çocuğa ihtiyaçları için Allah'a dua etmesi gerektiği söylenmelidir. Bu şekilde onda Allah'ın sığınılacak tek kapı olduğu inancı yerleşir. Çocuğa Allah'a inanmanın ve kul olmanın faydaları, Allah'ın kullarına yardımları anlatılmalıdır. Bunu yaparken de, çocukların ilgi duyduğu masal ve hikâye yolu kullanılmalıdır.

İnanma ile ilgili hikâye ve menkıbeler, çocukta, eşyânın ötesinde bir kuvvetin olduğu düşüncesinin gelişmesini hızlandırır. Bunun için, çocuklara Kur'ân-ı Kerîm'deki peygamber kıssaları ve Peygamber Efendimiz'in (sas) hayatı anlatılmalıdır. Ayrıca sahabilerin gösterdikleri sabır ve kahramanlıklar, inandıklarını yaşamadaki azim ve gayretleri nazara verilmeli, bu şekilde, çocukların zihninde ideal model oluşturulmalıdır.

Çocuğa alınacak oyuncaklar nasıl olmalı?

Çocuk bu dönemde mücerret kavramları anlayamadığı için, daha çok dinî sembollerle ilgilenir. Bunun için çocuğa verilecek oyuncaklarda, dinî hayatı temsil edebilecek, hatırlatacak ve bazı dinî kavramları sembolize edebilecek özellikler bulunmalıdır. İçinde dinî unsurlara yer verilen yap-bozlar, legolar, bulmacalar, çizgi film cd'leri vs bu konuda oyuncak olarak kullanılabilecek malzemelerdir. Bunların yanı sıra çocuğun model aldığı kişilerden kendisine hediye edilecek seccade ve tesbih gibi eşyâlar, böyle bir öğretim metodu için önemlidir. Çünkü çocuklara din duygusu ancak sevgiyle kazandırılabilir. Çocukların Allah'a ümit ve sevgi ile bağlanması, ileri yaşlarda aklî ve zihnî melekelerin ilgi duyması ve tatmin edilmesi açısından önemlidir. Allah sevgisine dayalı bir iman öğretimi, çocuklarda temel duygulardan sayılan ümit ve bağlanma duygularıyla birleşecek, kuvvetlenecek ve sağlam bir imanın temellerini oluşturacaktır."

Son olarak; biri beş diğeri altı yaşında iki çocuğun aldıkları 'din eğitimini' ve 'Allah inancını' özetleyen iki ifade:
Murat (5 yaşında): "Allah, bizi namaz kılınca ve insanlara iyilik yapınca sever. Hata yapınca da affeder. Anneleri, babaları, kardeşleri, nineleri, arkadaşları, herkesi sever. Ufak çocukları daha çok sever."

Ali (6 yaşında): "Allah bizi yakar, anneme babama karşı geldim diye... Anneye ve babaya karşı gelirsen, onları döversen, Allah'a da karşı gelmiş sayılırsın. O zaman Allah seni siyah suyun içine atar, orada yakar. Kötü lâf söyledik mi, Allah bizi ateşin üstünde yürütür."
Bu ifadelerden hangisinin daha doğru olduğunu söylemeye gerek var mı ?

Kaynaklar

- Ay, M.Emin, Çocuklarımıza Allah'ı Nasıl Anlatalım, Timaş Yayınları, İstanbul 2002.
- Nursî. Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası.
- Peker, Hüseyin, Din Psikolojisi, Aksiseda Yayınları, Samsun 2000.
- Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dinî Kur'ân Dili, İstanbul 1978, VI, 3.3824
- S. J. M, Hollenbach, Christliche Tiefenerziehung, Frankfurt, 1960, s. 80'den aktaran Peker, Hüseyin.
- Yavuz, Kerim, Çocukta Dinî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, DİBY Yay. Ankara, 1983.
- Pazarlı, Osman, Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972.
- Buhari, Cenaiz, 79, Müslim, Kader 23.
- Gülen, M. Fethullah, Çekirdekten Çınara, Nil Yay. İzmir 2003.

5 Eylül 2008 Cuma

Küçük kız üç yaşında buluğa erdi!

Gıda ve içme suyundaki kadin hormonlar(östrogen), çocukların çok erken yaşta büluğa ermesine neden oluyor. İngiltere'deki bir kız çocuğu daha 3 yaşındayken ergenlik belirtileri gösterdi.

Mesude Erşan'ın haberi


İngiliz uzmanlar, gıda maddeleri ve içme suyundaki hormonlar yüzünden, bazı kız çocuklarında çok erken yaşta ergenlik belirtileri görüldüğü konusunda uyardı.
İngiliz Daily Mail ve The Sun gazetelerinin haberine göre hekimler, daha okul öncesi çağda adet görme ve göğüslerde büyüme vakaları tespit ettiler. Hormon uzmanı Peter Clayton, abur cubur gıdaların da erken ádet görmeye yol açabileceğini ileri sürdü.
Hormonlu gıda ve su yüzünden 1990'lardan bu yana artan bu vakalar nedeniyle hekimler, buluğ çağını geciktirmek üzere hormon tedavisi uyguluyorlar. Şu anda sekiz yaşında olan Ellie-Mae'in annesi Hayley Holden şöyle anlattı: "Kızım henüz üç yaşındayken sorunlu ergenler gibi davranmaya başladı, kapıları çarpıyor, bana vurmaya çalışıyordu. Göğüsleri gelişmeye başladı, sanki regl olacak gibi görünüyordu. Hayal gördüğümü düşünüp kızımı doktora götürdüm. Doktor, adet görmesine altı aylık bir zaman kaldığını söyledi. Daha üç yaşındaydı. Kemik yaşının dokuz olduğu tespit edildi. Hekimler, buluğ çağını geciktirmek için hormon iğnesi yapılması gerektiğini söyleyince şok geçirdim." Tedavi sonucu Ellie Mae'in göğüsleri küçülmüş, kemik yaşı ise şu andaki yaşından sadece bir yaş daha büyük. Böylece Ellie-Mae normal bir çocukluk yaşayabilmiş. Bugün 10 yaşında olan Harley Tedds'e de daha beş yaşındayken hormon enjeksiyonları yapılmaya başlanmış. Annesi Bernie, kızının o yaşta koltuk altı ve bacaklarını tıraş etmek zorunda kaldığını, göğüsleri büyümeye başladığı için de okulda kendisiyle alay edildiğini anlatıyor. Hem erken, hem de hızlı ergenleşme Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji ve Adelosan Bilim Dalları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Ercan, bu konuyla ilgili olarak şunları söyledi:

"Ergenliğin alt yaş sınırı, kızlarda 8, erkeklerde ise 9 yaşın bitirilmesi. 10 yıl kadar önce kız çocuklarının daha erken ergenliğe girmeye başladığını gördük. Nedeni henüz tam olarak anlaşılamasa da dış faktörlerin kız çocuklarda ergenlik sürecini daha erken uyardığını biliyoruz. Erken ergenlikten çevresel etkenler muhakkak ki sorumlu. Ancak besinlere karışmış hormonlar erken ergenliği izah etmek için yetmiyor. Tarım ilaçlarından kozmetik ürünlere kadar hayatımızın her alanına giren kimyasalların da etkisi var. Biliyoruz ki birçok kimyasal, östrojen gibi davranıyor. Dolasıyla bu süreci de başlatıyor.
Örneğin ABD'de 1990'da yapılan bir araştırma, Michigan Gölü'nden çıkan balıkları yiyen annelerin kızlarının erken adet görmeye başladığını ortaya koydu." (Hürriyet)

2 Eylül 2008 Salı

PROF. DR. KENAN DEMİRKOL, AKILLI BESLENMENİN MATEMATİĞİNİ ANLATTI

"Damar tıkayan kolesterol değil, şeker!"

Gazetelerden kesip buzdolabına astığınız bütün "kibrit kutusu kadar" reçetelerini çöpe atın! Prof.Dr. Kenan Demirkol, A'dan Z'ye akıllı beslenmenin matematiğini anlatıyor... Şeker, vücudumuzu, demir paslanır gibi paslandırıyor, eskitiyor; çocuklarımızın hücrelerini 12 yaşında yaşlandırıyor. Şekeri, gıda sanayiinden söküp atmak zor ama, işe evlerimizin
kapısından başlayabiliriz! *

Prof. Dr. Kenan Demirkol genel cerrah. Muayenehanesinin kapısında "prof." yazmıyor. "Ben üniversitede hocayım, burada hekim" diyor. Söz bir ara "kronometreli doktorlara" geldiğinde, yani 15 dakika muayene süresini aşınca ikinci vizite ücretini alanlara çok şaşırdı. Çünkü kendisi saat takmıyor, "dalgınlıkla saatime bakar da hastayı tedirgin ederim" diye.

Uzmanlık alanı,beslenmeyle yakından ilgili olan sindirim sistemi organları. Ancak Demirkol bir "akıllı beslenme" uzmanı. Bunu bir insanın tüm bedenine ilişkin olduğu kadar, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alıyor. Peki beslenme nedir? İlk aklımıza gelen, şişmanlık-zayıflık. Özellikle kadınlarda modasına göre sıfır bedenle, 90-60-90 arasında değişen ölçülerde olmak ya da olmamak.

Doğru mudur? "Kibrit kutusu kadar" reçetelerini bir yana bırakıp, Demirkol'a: "Neden düşmandır şu ünlü üç beyaz?" diye sorduk. O, şekerle başladı. 

"ŞEKER TÜKETİMİYLE HASTALIK ARTIŞ EĞRİSİ PARALEL"

 
DEMİRKOL- Kısmen ya da tümüyle beslenme alışkanlıkları sonucu oluşan kronik, aslında önlenebilir hastalıklar, çok büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. ABD'de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65'i ya şişman ya daha da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası
sayısının dört milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.

Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa'da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü; şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. "Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım" demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur.

"12 YAŞINDA YAŞLANDIRIYOR"
 
- Çocukların enerjiye ihtiyacı var diye belli miktarlarda yemeleri doğru değil mi?

- Asla doğru değil.

- Peki enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız?

- Taş devri döneminde insanlar hayvan avlar ve bitki toplar.

Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda olumsuzlaşıyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor.

Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100'lerdeyiz, 120'de şeker hastalığı. Biliyorsunuz şimdi şeker hastalığı iki türlü. Bir doğumsal genetik özelliklerle alakalı tip 1 diabet. Bir de edimsel tip 2 diabet. Pankreas organının artık yeterince insülin üretememesiyle ortaya çıkar. Yaşlanma süreci olarak kabul edilir. 60'lı yaşlarda görülmesi beklenir. Ama
şu anda 12 yaşındaki çocuklarda tip 2 diabet var. Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.

"KANSER HÜCRESİ DE ŞEKERLE BESLENİYOR"

- Ama, beyin sadece glikozla beslenmiyor mu?


- Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören asla şeker yememeli.

Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker 'sakaroz', iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir.

Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara
sebep olacak. İnsülin salgılandığı için bir de tokluk hormonu salgılanır. Hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş olur.

Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz; çok az oranda insülin salgılatır. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. Fruktoz günde 15 gram kadar vücudumuzda metabolize edilebiliyor. Değişik kimyasal süreçlerin içine katılabiliyor. Bu da 30 gram şekerdir. Günde bundan fazla yenirse karaciğerde trigliserite dönüşür.
 
Trigliserit kan yağıdır. Bu hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Bugün Amerika'da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

"MEYVE YİYORSAN, ŞEKER YEME"

- Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek.

- Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz bir takım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.

- Meyvelerin şeker oranları farklı değil mi?

- İncir ve muz en çok şeker içerenler. Ama onun dışındaki meyveler aşağı yukarı aynı

- Okuyucularımız söyleşimizden sonra bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu?

"HAYVANLARA YAPTIĞIMIZ..."

- Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.

- Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre.

- Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara "şunu yiyeceksin" diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.

- Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilaç niyetine.

- Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika'da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, "öldürücüdür" yazısı konuyor.

AMERİKA'NIN MISIRINI TÜKETECEĞİZ DİYE...

- Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz?

- Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920'li yıllarda Amerikan başkanı "benim köylüm mısırdan kalkınacak" fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40'ı Amerika'dadır.

Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz.

Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor. Kartal'dan fabrikadan hazır fruktoz şerbeti geliyor.
 
KOLESTEROL DÜŞMANLIĞI

- Ama bunun daha sağlıklı olduğu yazılıp çiziliyor.

- Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz.

Biraz önce dediğimiz gibi 15 gramdan fazla fruktoz yağa dönüşüyor ve bizi hasta ediyor. Nasıl demir paslanınca eskir, bu paslanmanın bilimsel adı oksitlenmedir. Vücudumuzdaki hücreler de oksitlenir ve yaşlanır. Birtakım gıdalarla oksitleyici, bir de bunu engelleyici maddeler alırız. Örneğin, üzüm çekirdeği. Gerçekten bu sistem bizim organizmamızın yaşlanmasını
belirleyen, hastalanmasını, kanser gelişimini belirleyen ana faktör. Bakın bir kolesterol furyası aldı gidiyor.

Kolesterol anne sütünde, yeni bir hayatın doğması için ana nesne olan yumurtada bolca var. Demek ki insan hayatının gelişme döneminde inanılmaz gereksinim var. Bakıyorsunuz
kolesterol düşmanlığı sarmış ortalığı.

"KOLESTEROL MASUM, BİZ SUÇLUYUZ"

- Kolesterolün ölçüsü de zaman zaman değişiyor. **Bunun modası olur mu?

- Bakıyorsunuz LDL 130'a kadar normalde. Üç sene sonra 100, şimdi de 60 olsun diyorlar. Yakında sıfıra indirecekler. Aslında, kolesterol masum. Bizler suçluyuz.

Fruktozu yani tatlı şekeri yiyerek oluşturduğumuz trigliseritler, kolesterolün  oksitlenmesine sebep oluyor. Yağsız kuzu şiş yediğinizi varsayalım, yanında da meyve suyu içiyorsunuz. Sadece kuzu şişi yeseniz bir zararı yok, ama kırmızı etten aldığınız kolesterolü, meşrubattan aldığınız şeker, trigliserite dönerek oksitlediğiniz için damar sertliği oluşuyor.

Biz insanlara "kardeşim kolesterol zararlı değil. Ama oksitlenmesine izin verme" diyeceğimize, ilaç firmaları kolesterolü düşürecek ilaç keşfediyor. Biz masum olanı indiriyoruz. Eğer oksitleyici maddeleri düşüremiyorsak, oksitlenen maddeleri azaltalım. Ama esas insan mantığı ne diyor? Oksitleyen maddeleri azalt.

Yine oksitleyici bir madde, damar sertliği yapan doymuş yağ asidi. Bu madde yapay beslenen hayvanların sütünde var, depo yağlarında var. Ama bizim ineğimiz merada otlasa, doğru beslense doymuş yağ asidi sütte ve hayvansal yağda sıfır olacak. Dolayısıyla kolesterol oksitlenmemiş olacak.

ANTEP YUVALAMASININ FAYDALARI

- Peki bu mümkün mü? Merada otlayan inek, otlayacak da, süt yapacak da kaç kişiyi besleyecek? Fiyatı yükseltmez mi tüm bunlar?

- Çok güzel bir noktaya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz. "Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var." Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görürseniz haklısınız. Ama insan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Şimdi doktorlar bunu okur okumaz itiraz
ederler.

Derler ki "Esansiyel amino asitler vardır". Yani hayvansal gıdada var olan, vücudun üretemediği mutlaka dışardan alınması gereken bazı protein yapı taşları, amino asitler vardır. Örneğin; mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.

- Antep yöresinin yuvalaması gibi..

- Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Makro nutrientler yağ, protein ve karbonhidrattır. Mikro nutrientler ise vitaminler, mineraller, enzimlerdir. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var. Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse içinde bulunan omega-3'e ihtiyacımız var. Türkiye'de
biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir.
 
Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri "biz dünyayı nasıl doyuracağız"
yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli.

İNEK NE YEMELİ

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur

Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen
ineğin sütünde bu hiç yoktur. Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama batıda ekolojik hayvancılığın sonucu elde edilen süt ile konvansiyonel üretilen sütün maliyeti arasındaki fark yüzde 10-15'i geçmiyor.
Ne Türkiye yasalarında ekolojik hayvancılıkla barışığım, ne de AB'dekiyle. Ekolojik hayvancılık denince akla "ekolojik tarım sonucu elde edilmiş ürünlerle hayvanın beslenmesi" geliyor. Affedersiniz ama 2000 yıl önce hayvan nerden patatesi buldu da yedi, ya da pancarı.

İneğin normal beslenmesinde pancarın, mısırın ve patatesin yeri var mı? Yok.

- Demek Amerika'dakilerin varmış.

Orada da yok. İster ekolojik tarımla, ister normal tarımla elde edilmiş olsun hayvana pancar verilmesi yanlış.

Zaten hayvanın sütünün kötü olmasının sebebi hayvanın, karbonhidratı zengin, onu yağlandıran tarzda, mısırla beslenmiş olması. O yüzden ekolojik hayvancılık dediğimizde yasalarımızın buna göre organize olması gerekiyor. Tanımlamamız gereken, türe özgü beslenme. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız.
 
Bütün doğada kendiliğinden yetişen yeşillikler omega-3 ağırlıklı yağ içerir.
 
İnsanların eliyle ekilenler omega-6 içerir.
HAMSİYİ HANGİ YAĞDA KIZARTACAĞIZ

- Ne fark var arasında?

- İnsan vücudunun her hücresinde hücre zarı vardır. Bu hücre zarı lipo protein katmanla sarılı. Yani bir yağ bir de protein. Bu hücre zarındaki yağ ana madde olarak omega-3'tür. Tek tük omega-6 da içerir. Biz yeşillikten uzaklaştıkça ve hayvanımızı da yeşillikten uzaklaştırdıkça elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insanın her gün 1 gram omega-3 alması gerekiyor. Omega-6 yağ asitleri ile
omega-3 yağ asitleri vücudumuzda aynı enzimlerle metabolize edilir.

Biz ayçiçeği yağı, soya yağı gibi yağlarla beslenip çok omega-6 aldığımız için artık omega-3'e enzim kalmıyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçeği yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

Bütün yağlar, yağ asitlerinin karışımıdır. Onlar da 3'e ayrılır. Doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri, çoklu doymamış yağ asitleri. Çoklu doymamış yağ asitleri ikiye bölünür, onlar da omega-3 ve omega-6'dır.

Bundan 40-45 yıl öncesi omega-6 kolesterolü düşürüyor diye tüm topluma söyledik. Ayçiçeği ve mısırözü yağlarını tükettirdik. Fakat sonra anladık ki bu yağlar iyi kolesterolü de, kötü kolesterolü düşürdüğü oranda düşürüyor.

Bizim kolesterol açısından sağlıklı olmamızdaki unsur iyi ve kötü arasındaki dengedir. İkisini birden düşürürse denge bozulmamış olduğundan herhangi bir iyilik elde etmiş olmuyoruz.

DEPRESYONUN ÇARESİ

- İkisi arasında denge mi, fark mı önemli?

- Oran önemli. Omega-6'yı o kadar fazla alıyoruz ki, almış olduğumuz azıcık omega-3'ü de değerlendirmeden vücuttan hemen atıyoruz. Omega-3 olmayınca hücre duvarına veremiyorsunuz. Hücre duvarı da omega-3'ten oluşuyor. Vücut da asıl malzemeyi bulamadığı zaman gecekondu yapar gibi ne bulursa onla hücreyi onarıyor.
 
Omega-3 yerine, omega-6 yağ asidi olan araşidonik asidi kullanıyor. Ama bu asit  bütün stres komalarının hammaddesi.Gecekondunuzu el bombasıyla örmüş oldunuz.  Dışardan biri taş atsa havaya uçacak.

- Ama o zaman da ben size stres ilaçları satacağım.

- Tabii. Omega-3'ten zengin beslenen toplumlarda depresyon çok az oranda görülüyor. Zihinsel performans artıyor. Beynimizdeki toplam yağ asidinin yarısı omega-3 olmak zorunda. Ama biz vücudumuza bunu sunamıyoruz.

ÇAY VE ZEKA


- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?

- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye'nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye'nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var.

Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin
haklıydı.

Türkiye'de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.

- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?

- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.
- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği
söyleniyor.

"ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!"

- Üç saat. Ben tekrar omega-3'e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3'ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp "inme" veya "enfarktüs" olmasına yol açıyor. Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6'yı çok tükettiğimiz için
omega-3'ün yolunu kesiyoruz.
 
Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği vesoya yağı kansere sebep olabiliyor.  Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.

- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı,
üretim hatasından mı?

- Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega-6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var.
 
Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki
iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

"ANNEMİN YEMEKLERİ BAŞKAYDI"
- Acaba "tadı güzel" dediklerimiz bize dışardan dayatılan bir kavram mı? Güzel nedir?
- Eşinizle ilk evlendiğinizde yemek yaptığınız zaman size itiraz etmedi mi, "benim annem böyle yapıyor" diye?

- Ben güzel yemek yaparım.
- Ona rağmen itiraz etti. İnsan çocukluğundan alıştığı damak tadını arıyor. Belki dünyanın en kötü aşçısı annesi, ama insan neye alıştıysa onu arıyor.
- Eski çağlardan bu yana insana dair güzel-çirkin kavramı bile ne kadar çok değişmiş. Biz ona böyle bir değer yüklediğimiz için güzel oluyor. Toplumda da dayatılan değerler var **. Kola ya da hamburger için "bak bu güzeldir" deniyor çocuklara.

- Ben o yüzden üniversitelerde konferans vermeyi tercih ediyorum. Çünkü; onlar yakın zamanda anne baba adaylarıdır.
SPOTLAR(ÖNEMLİ BİLGİLER)

"Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz."
"Türkiye'de gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten."
"Yapay yem üreticileri 'biz dünyayı nasıl doyuracağız' yalanıyla, hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor.

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur.

Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı donmuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün asitlenmesine yol açar.

Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama aradaki fark yüzde 10-15'i geçmiyor.
 Elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insan her gün 1gram omega-3 alması gerekiyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçek yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.
Zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. *
 
"…Zeytinyağı doğallıktır, sağlıktır, lezzettir... Binlerce yıllık bir kültürdür... Hayattır... Sıkılan ilk danedir, süzülen ilk damladır, bandırılan ilk ekmektir... Alınteridir... Sevinçtir...

Mutluluktur...Zeytinyaği yaşama biçimidir... Sadakattır... Tutkudur... Berekettir... Ciddiyettir... Zeytinyaği bizim için bir gelenektir..."